17 Kasım 2022 Perşembe

Duyusal Şehircilik: Yeni bir kent planlaması

 Bilgehan Gürlek

bilgehangurlek@gmail.com

Geçtiğimiz aylarda dünyanın ilk “sakin şehir” metropolü İzmir’in oluşturduğu modeli dünyaya taşıyacağı haberi (Cumhuriyet, 9 haziran 2022) ile birlikte İzmir’in güzellikleri gözümde canlanıverdi. Kemeraltı’nın insan seli, kordon’un deniz sesiyle karışık canlılığı kulaklarımda yankılandı. Ferahlatıcı yasemin kokularına karışan incir ağacı kokularını duyumsarken, iştah açıcı taze gevreklerin kokusu burnumda tütüverdi. Kendimi imbat rüzgarı ile serinlerken, soğuk karadut şerbeti ile susuzluğumu giderirken düşledim. Bu ve benzeri özelliklerin şehrin bende iz bırakan ve çekiciliğini artıran özellikler olduğunu ayrımsadım. Bir kentin çekiciliğine ve yaşanabilirliğine katkıda bulunan öğeler arasında bu tür duyulara seslenen özelliklerden bugünlerde daha sık söz edilmekte. Bu çerçevede, yeni yeni gelişmekte olan bir alan: Duyusal Şehircilik ( sensory urbanism), “kent planlama” süreçlerinde yer almaya başlamış durumda. Duyusal şehircilik; salt görülmeye değer yerleri -sokaklar, meydanlar, yapılar, parklar vb.- değil, şehirlerin koku, ses, tat vb. görsel olmayan karakterlerini de içeren duyusal çekim alanlarını dikkate alan bir planlama yaklaşımı(1).

Ses ve koku haritaları

Daha yaşanabilir kentler oluşturulması amacıyla trafik gürültüsünü emecek yeşil alanların yaratılması, doğadan, örneğin deniz sesi gibi insanda rahatlatıcı ve dinginleştirici etki sağlayacak seslerden yararlanılması; üzerinde çalışılan konular arasında. Bu bağlamda, kentin ses ve koku haritalarının oluşturulması, insanların çeşitli koku ve ses etkilerine verecekleri tepkilerin araştırılması gündemde. Baharda ıhlamur ve akasya ağaçlarının üzerimizde yarattığı sevincin, canlılığın ve mutluluğun hepimiz farkındayızdır. Yöresel tatların- örneğin fırın ürünleri, deniz ürünleri vb.-, lezzetlerin ve kokuların oluşturduğu görsel olmayan duyusal algıların kent karakterini ve çekiciliğini belirleyen etkenler arasında olduğunu söyleyebiliriz.

Her şehrin kendine özgü ve kültürel alt yapısı ile belirlenen koku, ses, görsel vb. duyu algılamaları olabileceği gibi kent içinde de bölgesel farklılıklar görülebilir. Gelir düzeyi ve yaşam biçimi farklı bölgeler farklı duyusal tepkiler verebilir, örneğin kahve kokusunun çok sevildiği veya kebap kokusuna alışkın bölgelerin, semtlerin olması gibi. Yeni duyusal şehircilik yaklaşımı ile birlikte yapılar, sokaklar, parklar vb. ilgili görünülürlüğe yönelik projeler dışında koku ve ses duyuları ile ilintili algılamaları ve yaşayanlar üzerindeki etkilerini araştıran ve gerekli kentsel düzenlemeleri içeren projeler de yapılmaya başlanmıştır. Örneğin, bir Avrupa Birliği (AB) projesi olan “GoGreenRoutes” insan ve çevre sağlığını iyileştirecek yönde doğa ile kent alanlarının nasıl bütünleştirileceğini araştırmakta.


Akıllı kentler sorgulanıyor

Son 20-25 yılın moda kent planlama yaklaşımı “akıllı kent”ler bugünlerde eleştirel gözle sorgulanmakta. Sayısal (dijital) teknolojilerin öne çıkarıldığı akıllı kent uygulamaları bir ölçüde bilgi teknolojileri firmalarının ürünlerini pazarlama aracına dönüşmüş gibi. Hız ve verimlilik hedefi ile “teknoloji” başlıbaşına bir amaç olurken insan öğesi geri plana itilmiş gibi gözükmekte. Veri insanın önüne geçerek kutsallaştırılmaktadır.

“Teknoloji verimliliği arttırdı ama daha iyi bir yaşam sağladı mı ? sorusu daha sıklıkla gündeme gelirken, “tekno iyimserlik” yerini yanlış ya da yanıltıcı bilgilendirme, kişisel gizliliğin bozulması kaygılarına bırakmaktadır”(2). Salt bilgi ve ürün akışı ile yaratılan parasal gelire odaklanan çoğu akıllı kent uygulamalarında farklı kültürlerin ve toplumsal kesimlerin birlikteliğinden doğabilecek etkileşim, oluşturulacak kentsel düzenlemelerde göz ardı ediliyor gibidir. “Toplam Kalite Yönetimi” uygulamalarında pazar işleyişi ve firmalar kapsamında kullanılan müşteri kavramının yanlış bir yorumlama ile toplum ve kamu hizmetlerinde kullanılmasına benzer biçimde akıllı kent uygulamalarında geliştirilen teknoloji projelerinde yurttaş yerine “müşteri”, “abone” kavramlarının kullanılması, insandan çok elde edilecek ticari kârlara odaklanıldığını düşündürmektedir.

Bir anlamda akıllı şehirlerin gelişimi ile hemen hemen eş zamanlı olarak ortaya çıkan yavaş (sakin) kentler, yeşil kentler, sürdürülebilir kentler, 15 dakikalık kentler- yaşayanların 15 dakikalık yürüme mesafesinde her türlü gereksinimini karşılayabilmesini hedefleyen kentler- ekonomik amaçların yanı sıra insan ve doğa birlikteliğini göz önüne alan yaklaşımlar olarak değerlendirilebilir.

Duyusal Şehircilik, metropol kentlerde yerel kültürün, doğanın ve tarihsel mirasın sahiplenileceği sakin yaşam bölgelerinin oluşturulmasına ve yaşam kalitesinin arttırılmasına katkıda bulunabilecek bir seçenek olarak kendini göstermekte. Akıllı şehir uygulamalarında teknolojik ve ticari hedeflerin ağırlık kazanması ile oluşan sakıncalar "tutumlu yenilik"lerle ve “duyusal şehircilik”le desteklenen sakin (yavaş) kent modelleri ile giderilebilir. Bir arada yaşama ve kültürel etkileşimin, doğa ile uyumun, toplumsal yararın; “teknoloji ve ekonomi” kadar önemli olduğu duyusal şehir planlaması yaklaşımı bu açıdan önemli gözükmekte.

Kaynakça:

1)  Smart cities why sounds and smells are as vital to cities as the sights, MIT Technology Review, Jennifer Hattam, June 2022

(2)    “Toronto wants to kill the smart city forever, MIT Technology Review, Karrie Jacobs, June 2022

 Herkese Bilim Teknoloji(HBT) dergisi 8 Eylül 2022 tarihli 336. sayısında yayınlanmıştır.


28 Eylül 2022 Çarşamba

Yavaş İnovasyon: Toplumsal yarara öncelik veren sistem

 

Bilgehan Gürlek

bilgehangurlek@gmail.com

 

Yavaş inovasyon(yenilik); yavaş  yemek (slow food) ve yavaş kentler (slow cities) akımları ile nitelenen “yavaş kültür”ün  teknoloji ve yenilik yönetimindeki bir yansıması olarak tanımlanmakta. Avrupa’nın yenilikçiliğe yaklaşımı olarak da anılabilen “yavaş yenilik”; Silikon vadisinin hıza dayalı kültürüne ve Çin’in hızlı ekonomik büyüme ve politik güçlenme yaklaşımına seçenek olarak görülmekte(1). Aslında kapitalizmin; son dönemde içine düştüğü ekonomik-ekolojik krizler karşısında eşitsizliklerin azaltılması, çevresel sürdürülebilirliğin sağlanması vb. çözüm arayışlarına girdiği bilinmekte: inovasyonun küçük bir azınlık için yaratılan zenginlikle değil de, toplumun tümü  için yaratılan refah ile ölçülmesi gerektiği, teknolojik ilerlemenin meyvalarının, salt belirli kesimlerce değil bütün toplumca toplanması, yenilik başarımının “yaşam kalitesi”, “iyi yaşam” göstergeleri ile ölçülmesi gerekliliği epeydir vurgulanmakta(2). “Herkes için ve daha iyi için yenilik” öne çıkmakta. Yavaş yenilik bu arayışlarla bağlantılı olarak oluşmuş bir yaklaşım olarak da değerlendirilebilir.

Yavaş yenilik neye dikkat çekiyor

Yavaş yenilik’teki yavaş nitelemesinin yenilik yapma hızının düşürülmesi anlamında kullanılmadığını en baştan belirtelim. Buradaki “yavaş” sözcüğü; süreçteki hız, etkinlik (efficiency) ve verimlilik göstergeleri dışında katılımcılık, değişen koşullara uyum, uzun erimli bakış, kalite, işbirliği, toplumsal sorumluluk, yaşayarak öğrenme gibi değerlere dikkat çekmek için kullanılmakta. Peter Senge’in “daha hızlı daha yavaştır” (P.Senge, Beşinci Disiplin) söyleminde vurguladığı gibi birçok şeyi aynı anda ve daha hızlı yapmak aslında doğru seçimler yapma olasılığını azaltarak istenen sonuca ulaşmamızı yavaşlatabilir. Amaçların baştan doğru belirlenmesi, hızlı ve köklü olmayan çözümler yerine uzun erimli planlamanın tercih edilmesi, geri iletimlerle öğrenmenin sağlanması daha yavaşın daha hızlıya dönüşmesini sağlayabilir. Pazar odaklı, rekabetçi ve hızlı büyümeye dayalı ekonomik politikalar zorunlu olarak hızlı çözüm ve yenilikler yaratır. Yavaş yenilik’te ise işbirliklerine dayalı, katılımcı, uzun erimli, toplumsal yararı, kaliteyi ve sürdürülebilirliği önceleyen sistem yaklaşımı temeldir. Hızlı yenilik sürecinde geri bildirimlerin yapılması ve deneyimle birlikte öğrenmenin gerçekleştirilmesi için yeterli zaman kalmaz. Diğer yandan, araştırma kuruluşları, üniversiteler ve şirketler vb. den oluşan paydaşlar arası işbirliği ve ilişkilerin yönetimi zaman alır. Yavaş yenilikçilik bu bağlamda gereken yeterli zamanın yaratılmasına olanak verir.

Aslında yavaş yenilik’te tanımlanan araç ve yöntemlerin benzerleri aynı adla olmasa da daha önce  gündeme getirilmiş. Dr. Deming’in 1900’lerin ikinci yarısında başlattığı “Toplam Kalite Yönetimi” (TKY) yaklaşımında yavaş yeniliğin izlerine rastlamak mümkün: TKY’nin “ustalık/işçilik övüncü” ve “katılımcı yönetim” ilkeleri çalışanların işlerini sahiplenmesini, karar süreçlerine katılmalarını ve kişisel memnuniyetlerini arttırmayı hedefler. Çalışanların, ustalık kazanacağı ve kendilerini geliştireceği boş zaman ve ortam sağlandığı ölçüde yaratıcılıklarını artırmaları beklenir. Yavaş yenilikçilik de hız yerine, kaliteyi öne çıkararak benzer bir yenilik ortamı oluşturmayı amaçlar. “Toyota üretim sistemi” ve “yalın inovasyon” uygulamalarında da ön planlamaya ve uzun erimli bakışa öncelik verilmesi, katılımcı ve disiplinler arası karar sürecinin vurgulanması gibi yavaş yenilik süreci özelliklerine rastlanılmaktadır. Her ne kadar Avrupa’nın inovasyona yaklaşım seçeneği olarak dillendirilse de, Japonya’nın teknolojik gereksinimleri toplumsal gereksinimlerle bütünleştiren, insanı ve katılımcı yönetimi öne alan Toplum 5.0 yaklaşımında da yavaş yenilik yöntem ve araçlarına benzer uygulamaların görüldüğü söylenebilir.

Yavaş Yenilik: uzun erimli bir yatırım

Örgütsel (organizasyonel) yenilikler yapılmadan teknolojik yeniliklerin başarı şansının oldukça düşük olduğu bilinmekte. Yavaş yenilik sürecinin temelinde yatan örgütsel yeniliklerdir: kısa erimde kârı artırmak ve işçi azaltmak yerine çalışanlar için yaratıcılığı ve memnuniyeti artıracak nitelikli işlerin yaratılması, eğitim ve kişisel gelişim ile süreç içerisinde öğrenme sağlanarak  deneyim kazandırma, katılımcı yönetim araçlarının geliştirilmesi ve tüm bunlar için gerekli boş zaman yaratılmasını sağlayacak planlama yöntemleri.

Yavaş yenilikçilik inovasyona yapılan uzun erimli bir yatırımdır. Ülkemizin inovasyonda atılım yapabilmesi için, özel ve kamu kesimi kuruluşlarının yavaş yenilikçiliğe ve örgütsel yeniliklere yatırım yapması yaşamsal bir gereklilik. Tek başına pazar mekanizmasının kendiliğinden örgütsel yenilikleri ve yavaş yeniliği üretmesi mümkün gözükmemekte. Türkiyenin gereksinimi, yeşil ve sayısal(dijital) dönüşümü kolaylaştıracak köklü yenilikleri gerçekleştirmede ve toplumsal yaşam kalitesini iyileştirmede önemli bir adım olan yavaş yenilik yaklaşımının kamusal yöntem ve desteklerle geliştirilmesidir. Bugüne dek, çoğunlukla kısa erimde ve hızlı bir biçimde kârı ençoklamaya odaklanmış kalite ve yenilik yönetimi uygulamaları ile öne çıkan özel kesimin, herkes için yaşam kalitesini artırmayı amaçlayan yavaş yenilik sürecini kendiliğinden gerçekleştirmesi beklenebilir mi ? Uzun erimde eskilerden ders çıkarmak, yavaşlamak gerekmekte. Milan Kundera’nın belirttiği gibi “yavaşlık ile bellek, hız ile unutma arasında gizli bir bağ var”.

Kaynakça:

(1)      “Slow Innovation: the need for reflexvity in responsible innovation, Journal of Responsible Innovation, Marc Steen, March 2021

(2)     “Measuring innovation? Forget company value and ask how inclusive the community is, (WEF), 22 dec 2020

 

*Herkese Bilim Teknoloji(HBT) dergisi 24 Mart 2022 tarihli 313. sayısında yayınlanmıştır.

11 Eylül 2022 Pazar

Yeşil Dönüşüm: Kim için ? Ne için ?

 

Bilgehan Gürlek

bilgehangurlek@gmail.com


Dünyayı ve insanlığı önümüzdeki dönemlerde şekillendirecek belli başlı megatrend’lerden birisi de iklim değişikliği. Kasım ayında Glasgow’da yapılan COP26 iklim zirvesi sonuçları her ne kadar “dağ fare doğurdu” benzeri ifadelerle anılsa da tartışılmaya devam edecek gibi görünmekte. Zirvenin sonuçlarından birisi; yeşil dönüşümün finansmanı için gelişmiş ülkelerin, gelişmekte olan ülkelere- daha önce olumlu bakılmasına karşın- doğrudan destek sağlaması yönünde bir karar çıkmaması. Bunun yerine, birtakım fonlarla şirketlerin yeşil yatırıma yönlendirilmesi tercih edilmiş. Daha çok, merkez (kuzey) ülkelerdeki şirketlerin desteklenmesi yoluyla yeşil teknolojilerin geliştirilmesi ve rekabet gücünün artırılması ön plana çıkmış gibi. Zirvede alınan bir diğer önemli karar, kömüre dayalı üretimin tamamen terk edilmesi yerine kömür kullanımının kademeli olarak azaltılması kararıdır.Bu sonuç, Çin ve Hindistan gibi kömüre dayalı enerjiyi yoğun olarak kullanan ülkelere zaman kazandırırken, ülkemiz için de dikkate alınması gereken bir gelişme olmuştur.

Yeşil dönüşüm ile görünürde küresel ısınmanın 1,5 derece ile sınırlandırılması hedeflenmekle birlikte, yeşil teknolojilerin geliştirilmesine yönelik yatırımlarla yeni pazarlar yaratılması ve iklim değişikliğini rekabet üstünlüğü sağlayacak fırsatlara çevirme isteklerinin ağır bastığı gözlenmektedir. “Yeşil büyüme” nin ana amaç olduğu bu yaklaşımın olası bazı olumsuz etkileri şöylece özetlenebilir:

- İş kaybı: terk edilecek geleneksel madencilik ve enerji üretimi alanlarındaki iş kayıplarının tüm dünyada 81 milyona, yeşil teknoloji yatırımları ile yaratılacak yeni istihdamın ise 90 milyona ulaşması beklenmekte. Net rakam pozitif olmakla birlikte işini kaybedenlere ne olacağı belirsizliğini korumaktadır. Yok olan sektörlerdeki iş gücünün yaratılacak yeni işlere doğrudan aktarılması pek kolay gözükmemektedir.

- Yeşil teknoloji yatırımlarının üretim-tüketim artışı sarmalına neden olarak atık miktarlarında zincirleme bir artışa yol açması. Verimliliği artırmak kendiliğinden daha az tüketime yol açmıyor. Yeşil dönüşüm başarıya ulaşabilmesi için küresel ölçekte sınırlandırılmış bir büyüme ve tüketim anlayışının yerleşmesine gereksinim var.

Kimler sorumlu ?

Son Glasgow (COP26) toplantısında, gelişmekte olan ülkelerdeki iklim değişikliği ve yeşil dönüşüm nedeniyle oluşabilecek zararların zengin ülkelerce karşılanmasına yönelik doğrudan mali destek mekanizmalarının kurulmasını engelleyen A.B.D ve AB (1) kişi başına karbon salımında ilk beşte yer alan ülkeler arasındadır:

                                   ton/kişi

  1. A.B.D.            15,5
  2. Rusya             12,5
  3. Çin                  8,1
  4. AB                  6,5
  5. Hindistan        1,9

 

Kaynak: 2019-EC, küresel atmosfer araştırmaları emisyon veri tabanı, BBC 

Diğer yandan, 1965-2017 arası enerjiye bağlı toplam karbon salımının yaklaşık %35’inden 20 petrol şirketinin sorumlu olduğu belirlenmiş(2). Sosyal gruplar açısından bakıldığında, dünya nüfusunun en zengin %1’i dünyanın yoksul yarısına göre iki katından daha fazla karbonu atmosfere yaymakta. Yapılan bir araştırma 1990-2015 arasındaki küresel salımların yaklaşık %52’sine en zengin %10’luk gelir grubunun neden olduğunu göstermekte(3). Zengin ülkelerin ve zengin sosyal sınıfların tüketimdeki ve karbon salımındaki payı ortada iken; “yeşil dönüşümün küresel çaptaki maliyetini aynı ölçüde üstlenmek istemedikleri, sınırsız tüketim alışkanlıklarını bırakarak büyümelerini yavaşlatmayı düşünmedikleri” savları iklim değişikliği tartışmalarının gündemindedir. Büyük işletmelerin ve gelişmiş ülkelerin iklim krizini gerçekten önleyici ve eşitsizlikleri azaltıcı yapılanmalara gidilmesi konusunda sorumluluk alıp almayacakları açık değildir. Sistemde toplumsal adaleti gözeten eşitlikçi bir değişim olmadan yeşil dönüşümün başarıyla gerçekleştirilmesi olasılığı oldukça düşük gözükmekte.

Geçtiğimiz aylarda Paris İklim anlaşmasını onaylayan ülkemiz ise, 2021 yılı içerisinde Ticaret Bakanlığınca yayınlanan Yeşil Mutabakat Eylem Planını açıklamış bulunmakta. Avrupa’da %12 lik bir karbon salımı payına sahip Türkiye’nin yeşil dönüşüm başarımı önemli olacaktır. Eylem planında ağırlıklı olarak AB mevzuatına uyum, yeşil yatırımlara fon sağlanması, ar-ge, yenilik ve rekabet gücünün geliştirilmesi, çevresel zararların önlenmesi vb. konular yer almakta. İş kayıpları, dönüşüm maliyetlerinin ülke içinde nasıl karşılanacağı vb. gibi toplumsal etkilerden ve ilgili politikalardan söz edilmemektedir.

Herkes daha çok rüzgar enerjisi, güneş enerjisi, daha çok elektrikli taşıt aracı istiyor ama, bunun nasıl yapılacağı belirsizliklerle dolu.Yeşil dönüşüm: “kapitalizmin krizden çıkış seçeneği mi yoksa iklim krizinden çıkışın çaresi mi ?”, pek açık değil. Gelişmiş ülkelerin ve üst gelir gruplarının dönüşüm maliyetlerinin karşılanmasında ağırlıklı olarak sorumluluk almaları sağlanmadan ve eşitsizlikleri azaltacak sosyal politikalar geliştirilmeden, iklim değişikliğinin önlenebilmesi çabalarının başarıya ulaşabilmesi pek mümkün görünmemektedir.

Geçen yıl 3 milyona yakın gencin nüfusa katıldığı düşünüldüğünde; ülkemizin büyüme, sanayileşme, teknolojik yenilik, sayısallaşma, yeşil dönüşüm ve sosyal politikaları bütünsel ve kamucu bir yaklaşımla ele alan strateji ve programları ortaya koyması gereği açıktır.

Kaynakça:

(1)      “Where do all the words & numbers we heard at COP26 leave us?, Glasgow Climate Pact, 24 Nov 2021, WEF

(2)     https://yesilist.com/tum-karbon-emisyonlarının-üçte-birinden-sorumlu-20-sirket-acıklandı/

(3)     tr.euronews.com/2020/0/21/karbon-emisyonu


* Herkese Bilim Teknoloji (HBT) dergisi 20 ocak 2022 tarihli sayısında yayınlanmıştır

5 Eylül 2022 Pazartesi

2050’YE DOĞRU KÜRESEL EĞİLİMLER Dünyayı ve insanı şekillendirecek 6 mega trend


Bilgehan Gürlek

bilgehangurlek@gmail.com

 Roland Berger Enstitüsü (RBI) tarafından yapılan çalışmada 2050 yılına kadar dünyayı şekillendirecek küresel çaptaki eğilimler (“megatrend”ler) altıbaşlık altında özetlenmekte: “İnsanlar ve Toplum”, “Sağlık”, “Çevre ve Kaynaklar”, “Ekonomi ve İş Dünyası”, “Teknoloji ve Yenilik (İnovasyon)”, “Politika ve Yönetişim”(1). Öne çıkan eğilimler ve önerilerden bazılarına göz atmaya çalışalım:

Çevre ve Kaynaklar

Karbon salımının azaltılması için bölgesel ve yerel üretimin artması, akıllı kent uygulamalarının ve yenilenebilir enerji kullanımının ağırlık kazanması beklenmekte. Bu çerçevede, tüketimin- özellikle et tüketimini- azaltılması gereği vurgulanmaktadır. Küreselleşmedeki yavaşlamaya ve yerel üretimin önem kazanmaya başladığına dikkat çekilmektedir. Su, gıda ve enerji kaynaklarının yeterliliğinin yanısıra; berilyum, lityum, platinyum, bor vb. 30 kritik hammadde gereksiniminin karşılanabilmesinin  oldukça önem kazanması ve 2050 yılına kadar sayısal (dijital) ve yeni teknolojilerce ihtiyaç duyulacak kritik hammadde miktarının 10 kat artması beklenmektedir.

Teknoloji ve Yenilik

Yenilik ve teknolojinin verimlilik, gelişme ve refah için temel itici güçler olduğu belirtilerek, yenilik başarımı yüksek ülkelerin kişi başı ulusal gelirlerinin de yüksek olduğu istatistiklerle gösterilmektedir. Bu bağlamda, yeni teknolojilere yapılacak yatırımların giderek artacağı kestirilmekte. Küresel düzeyde yapay zeka yatırımları teknolojiye yapılan yatırımlar arasında en başta geliyor: 2019’da 23 milyar dolar olan yapay zeka yatırımlarının 2024’lerde 110 milyar dolara ulaşması beklenmekte. 2060’larda makinaların % 50 olasılıkla her işi, insandan daha iyi ve daha az maliyetle gerçekleştireceği tahmin edilmekte. Yapay zeka ve makinaların yakın gelecekte başarabileceklerine ilişkin bazı örnekler şöyle: 2028 yılı dolaylarında 5 km’lik bir koşuda robotların insanları geride bırakması olası. 2049 yılında yapay zeka çok satan (bestseller) bir roman yazabilecek. 2140’lı yıllarda ise tüm mesleklerde tamamen otomasyona geçilmiş olacağı kestirilmektedir.

Politika ve Yönetişim

Yapay zekanın daha çok yaşamımıza girmesinin getireceği yararların yanısıra olumsuz etkileri de olabilecektir: ortaya çıkabilecek sorunlardan birisi de geliştirilen araçların otoriter amaçlar için kullanılması ve demokrasilerin daha otoriter yönetimlere dönüşmesidir. Son yıllarda otoriter eğilimler yükselirken, demokrasiye karşı memnuniyetsizlik artmaktadır. 2024 yılı bir çok ülkede meclis veya başkanlık seçimlerinin yapılacağı bir yıl olması nedeniyle küresel demokrasi için önemli bir yıl olarak tanımlanmış. Her ne kadar Türkiye’den söz edilmemiş ise de, 2023 yılının ülkemizde yapılacak - daha erkene alınmazsa - seçimler nedeniyle demokrasimizin geleceği açısından yaşamsal olduğunu belirtelim.

 

Geleceğe dönük yeşil ve sayısal bir Avrupa hedefleyen AB’nin yaptığı “stratejik öngörü” çalışmasında(2) ise üç anahtar eğilim öne çıkmakta: iklim değişikliği, sayısallaşma (dijitalleşme) ve demokratik değerlerde gerileme. AB’nin 2050’lerde küresel liderliği güçlendirmek için belirlediği 10 stratejik alan arasında sağlık, gıda sürdürülebilirliği, hammadde tedariği, karbondan arındırılmış enerji, yapay zeka teknolojileri  yer almakta.

Yukarıdaki her iki çalışmada sözü edilen eğilimler ışığında iklim değişikliği ile sürdürülebilir çevre ve kaynakların, demokrasilerin geleceğinin, teknolojik yenilikler çerçevesinde insan- makinalar arası rol dağılımının önümüzdeki yıllarda dünyanın gündemindeki önemini giderek arttıracağı söylenebilir. Yapay zekanın ve makinaların insanın yaptığı işleri devralması ile kısa erimde oluşacak “teknolojik işsizlik” en büyük sorunlardan biri olacak gibi. En başta, el becerisi gerektiren işlerde yoğunlaşacak otomasyon en çok GSYİH’sı düşük, el emeğinin ağırlıklı olduğu ülke ekonomilerini daha çok etkileyebilecek. Sonraki aşamalarda, bilişsel ve zihinsel becerilerin de yapay zeka tarafından kazanılması söz konusu. Bu durumda, insanın yaşamı üzerindeki kontrolü kaybetmesi olasılığı var.

İnsanın hem akılcı, hem duygusal-sezgisel yeteneklerini karar mekanizmalarında kullanabilmesi yapay zekaya göre en önemli üstünlüklerinden biridir. Diğer yandan, yapay zekanın duygusal becerileri kazanabilmesi, “sistem yaklaşımı” na ve yaratıcı yeteneklere sahip olup olamayacağı bilim çevrelerinde tartışılan bir konudur. Yapay zekanın duygusal-sezgisel yetenekler edinmesi ve işlemsel zekadan genel zekaya evrilmesi durumunda, insanın tamamen makinalara teslim olması tehlikesi olasılıklar içerisindedir. Dünya Ekonomik Forumu (WEF)’nca yapılan bir araştırmanın (3) “genç insanlar algoritmalara daha çok güvenmekte” saptaması, insanların bu sonuca istekli de olabileceğini işaret etmesi bakımından dikkat çekici.

Önerilen çözümler ne ?

Yapay zeka ve makinaların insanın denetimini ele geçirmesi olasılığına karşı insana öncelik veren stratejilerin öne çıkarılması, yapay zekanın insanlığın ortak yararı için geliştirilmesi, önerilen çözümler arasındadır. Bazı alanlarda insan/çalışan yararına otomasyonu özendirmekten kaçınmak kısa erimde yarar sağlayabilir. İnsansız bir teknoloji değil, teknolojinin insanın hizmetinde ve denetiminde olacağı bir yaşam için çaba gösterilebilir. Karmaşık sistemlerde salt verilere dayalı akılcı yaklaşımların yeterli olmayabileceği göz önüne alınarak, insanın duygusal ve sezgisel yönünün karar mekanizmalarında etkinleştirilmesi ile makinalarla, teknolojinin esiri olmadan ve işbirliği içinde bir birliktelik gerçekleştirilebilir. Sözü edilen teknoloji, yapay zeka ve iklim değişikliği  vb. alanlarındaki olası eğilimlerin yaratabileceği sorunlara karşı gelecekte yeşil bir ekonomi, insanın hizmetinde bir teknoloji ve daha demokratik toplum için insan-makina-doğa birlikteliğini odağına alan “sistem yaklaşımı” çözümlerinin öne çıkması beklenir.

 

Kaynakça:

(1)    2050 six megatrends that will shape the world, December 2020, Roland Berger Institute (RBI)

(2)    https://ec.europa.eu/info/strategy/strategic-planning/strategic-foresight/2021-strategic-foresight-report_en

 

(3)    https://www.weforum.org/press/2021/08/young-people-have-more-faith-in-algorithms-than-politicians-

**Herkese Bilim Teknoloji (HBT)dergisi 30 eylül 2021 tarihli sayısında yayınlanmıştır.

14 Eylül 2021 Salı

Küresel Ekonomik Dönüşüm Öngörüleri ve Türkiye

 

Bilgehan Gürlek

bilgehangurlek@gmail.com

 

 

Dünya Ekonomik Forumu’un 2020 Küresel Rekabet Edebilirlik Raporunda Covid-19 sonrası küresel bir ekonomik dönüşüm öngörülmekte ve hangi ülkelerin ekonomik dönüşüme daha hazır oldukları değerlendirilmektedir(1). Amaç: “verimlilikle, toplumla ve yerküre ile ilgili hedeflerin bütünleştirildiği daha üretken, daha sürdürülebilir, daha kapsayıcı ekonomiler oluşturmak” şeklinde özetlenmekte. Covid-19 salgını ile daha belirgin hale gelen ekonomik ve ekolojik kriz geleneksel büyüme kavramı üzerinde yeniden düşünülmesine ve yeşil büyüme, sürdürülebilir ve kapsayıcı kalkınma vb. yeni seçenek arayışlarına yol açmıştır. Yapılan değerlendirmede otuzyedi ülkenin 11 öncelikli alanda ekonomik dönüşüme hazır olma durumları ölçülmüştür. Elde edilen sonuçlardan öne çıkanlar şöyle:

Yeşil ekonomiye geçiş : Danimarka, Estonya, Finlandiya ve Hollanda en hazır ülkeler olarak gözükürken; Rusya, Endonezya, Türkiye ve Güney Afrika en hazırlıksız ülkeler arasında sayılmakta.

Eğitim, çalışma ortamı ve gelir desteği gibi kamusal hizmetlerin geliştirilmesi:Almanya, Danimarka, İsviçre ve İngiltere en hazır ülkeler. Güney Afrika, Hindistan, Yunanistan ve Türkiye en az hazır ülkeler.

Ar-Ge ve yenilik yatırımları: Finlandiya, Japonya, A.B.D, Güney Kore ve İsveç daha hazır durumdayken; Yunanistan, Meksika, Türkiye ve Slovakya en hazırlıksız ülkeler olarak belirmekte.

Yaratıcılık ve yenilikçiliği geliştirmek için firmaların uzun erimde eşitlik ve kapsayıcılığı benimsemeye özendirilmesi: Çin, isveç, Yeni Zelanda ve A.B.D en hazır ülkeler olurken; Hindistan, Türkiye, İtalya ve Slovakya en az hazır ülkeler arasında.

Raporda özet olarak;sayısal(dijital) alt-yapılara “yatırımın artırılması, eğitim alt-yapılarının ve “insan kaynakları yeteneklerinin” geliştirilmesi, sağlık sistemlerinin iyileştirilmesi, firmaları uzun erimli, sürdürülebilir ve kapsayıcı yatırıma yönlendirici finansal düzenlemelerin oluşturulması; Ar-Ge’de özel kesimin yanısıra kamu yatırımlarının genişletilmesi ve “yeşil ve sürdürülebilir teknolojilerin” geliştirilmesi önerilmekte. Öngörülen dönüşümün dikkat çeken özelliklerinden biri de gelir desteği ve çalışma ortamı gibi toplumsal desteklerin artırılması, uzun erimli kamu yatırımlarının genişletilmesi vb. önlemlerle bir anlamda; neo-liberal ekonomi yerine daha sosyal bir ekonomiye geçiş arzularının dile getirilmesidir.

Türkiye ne kadar hazır ?

Raporda sözü edilen ekonomik dönüşüm önceliklerinden ar-ge, yenilik,eğitim alt yapısı ve yeni yeteneklerle ilintili diğer  küresel değerlendirmelerdeki Türkiye’nin konumuna bakalım: Bunlardan,  INSEAD tarafından her yıl yayınlanan, ülkelerin insan kaynakları yeteneklerini geliştirme çabalarını ve elde edilen düzeyleri karşılaştıran “Küresel Yetenek Rekabet Endeksi”(GTCI) verilerine göre son üç yılda (2017-2020) ülkemiz genel değerlendirmede 61.sıradan  78.sıraya gerilemiştir. Alt göstergelerden  mesleki-teknik yetenekler”de 74.’lükten 97. sıraya, “küresel bilgi yetenekleri”nde ise 49.’luktan 63. sıraya gelinmiştir. Bir diğer gösterge Küresel Yenilik Endeksi (GII)’ndeki başarımımıza  baktığımızda, genel sıralamada 2017 yılında 43. iken 2020’de 51. olduğumuz gözlenmekte. Yenilik endeksi ile ilgili ilginç bir veri de üniversite-sanayi işbirliği’alt göstergesindedir: Türkiye bu alanda 2017’de 60. iken 2020 yılında 70. sırada yer almıştır. Sonuç olarak; yeşil dönüşüm”, “Ar-Ge ve yenilik dönüşümleri”, “sayısal ekonominin gerektirdiği yeni insan kaynakları yeteneklerinin geliştirilmesi” için oldukça hazırlıksız olduğumuz söylenebilir. Son yıllardaki ekonomimizin durumu-ulusal gelirdeki düşüşler, artan işsizlik ve gelir dağılımındaki eşitsizlikler- göz önüne alındığında bu sonuç şaşırtıcı olmasa gerek.

En yeşil ilk 10 ülke

Covid-19 ve ekonomik durgunluk ile birlikte ağırlık kazanan  yeşil ve sürdürülebilir büyüme politikalarına daha çok yukarıda sözü edilen ekonomik dönüşüme en hazır olan gelişmiş ülkelerde rastlanmakta. Ülkelerin kişi başına ulusal gelirleri yükseldikçe, çevresel başarım düzeyleri (EPI-2020)leri de artmaktadır(2). En “yeşil” ilk on ülke şöyle sıralanmakta: Danimarka, Lüksemburg, İsviçre,İngiltere, Fransa, Avusturya, Finlandiya, İsveç, Norveç ve Almanya. Her ne kadar, adım başı “sürdürülebilirlik”ten söz edilse de, “sürdürülebilirlik ve yeşil büyüme” altında yapılanlara bakıldığında daha çok; yeni yatırım ve iş alanları yaratma kaygısı ve iklim değişikliğini rekabet üstünlüğü sağlayacak fırsatlara çevirme isteklerinin ağır bastığı gözlenmektedir. Diğer yandan, yeşil teknolojilere yatırım artışı beraberinde tekrar üretim-tüketim artışı, dolayısıyla, atık miktarlarında da zincirleme bir artışı getirebilecektir. Piyasa ekonomisi işleyişine bırakıldığında, “büyüme-ekolojik gelişme” dengesinin sağlanması oldukça güç görünüyor.

Gelişmiş ülkelere göre daha düşük kişi başı gelir düzeylerine sahip Çin’in 14. beş yıllık planında 2060 yılında sıfır karbon salınım hedefi konulmakla birlikte; öncelik teknolojik yenilik ve yüksek büyümeye verilmiştir. Çin, ortalama %5 - %6 büyüme hızını sürdürerek 2030 yılından önce en yüksek karbon salınımı düzeylerine ulaşmayı planlıyor. Ülkemizin de önceliklerini saptarken, tüm bileşenleri-yenilikçilik, yeşil dönüşüm, eşitsizliklerin azaltılması vb.- bütüncül bir yaklaşımla dikkate alma zorunluluğu vardır. Karbon salınımı  ile ilgili getirilebilecek uluslararası düzenlemelere uyum sağlamada ve yeşil teknolojilerde geride kalmanın Türkiye’nin rekabet gücünde kayıplara yol açması olasılığı göz ardı edilemez. Yenilik temelli Sanayi 4.0, sayısallaşma ve yeşil büyüme kervanının yakalanması zorunluluğu ortadadır. Hedef, öncelikler ve stratejilerin belirlenmesinde en büyük rol kamu yönetimine düşmektedir.

 

Kaynakça:

(1)    “Few Economies are ready for long-term Prosperity through Improved Public Services, Green Investmentsw and Digitization, Global Competitiveness Report Special Edition, 16 December 2020, WEF

(2)    https://epi.yale.edu/epi-results/2020/component/epi

 

 

*Herkese Bilim Teknoloji(HBT) dergisi 29 nisan 2021 tarihli sayısında yayınlanmışır.

18 Aralık 2020 Cuma

Döngüsel Ekonomi - Tutumlu Ekonomi : Kapitalizme karşı Kapitalizm

 

Bilgehan Gürlek

bilgehangurlek@gmail.com

 

 

Michel Albert’ in 1990’ların başlarında yayımlanan “Kapitalizme Karşı Kapitalizm " kitabında neo-liberal yaklaşıma karşı seçenekler sunulur. Kitapta kapitalizmin aşırı rekabetçi ve kar öncelikli modelini toplumsal adalet ve eşitlik yönünde  dengeleyen "Ren modeli” ya da "sosyal piyasa ekonomisi” gibi arayışlardan söz edilir. Benzer arayışlar günümüzde de devam etmekte: Klaus Schwab’ in Dünya Economik Forumu’ (WEF) nda dile getirdiği "Covid sonrası neo-liberal yaklaşımı terketmeliyiz" görüşü gelinen nokta açısından oldukça ilginçtir. “Paydaş Kapitalizmi" adıyla önerilen yeni kapitalizm modeli ile toplumsal refah, uzun erimli bakış ve çevre vurgusu yapılmakta, yükselen eşitsizlik ve iklim krizine dikkat çekilmektedir(1).

Koronavirus krizinde Çin’ in süper zenginleri 1.5 trilyon $ daha zenginleşirken, küresel ekonominin bu yıl  % 4.4 oranında küçüleceği tahmin edilmekte. IMF Başkanı Kristalina Georgieva 15 Ekim 2020'de Dünya bankası ile yapılan toplantıda özet olarak düşük üretkenlik, düşük büyüme, yüksek eşitsizlik ve iklim krizine dikkat çekerek ülkeler arası işbirliğinin arttırılması gereğinin üstünde durdu. Günümüzde neo-liberal ekonomilerin rekabete dayalı ve "hemen şimdi kar” deyişiyle tanımlanabilecek yaklaşımları, Kapitalizmin kendi içinde yarattığı çelişkileri artırmıştır: gelir dağılımındaki eşitsizliklerin artması, servetin tekelleşmesi, kitlesel üretim ve tüketim artışı nedeniyle doğal kaynakların hızla tüketilmesi ve çevre kirliliği-iklim değişikliği sorunları, azalan verimlilik oranları.

Bir seçenek: Döngüsel Ekonomi

Ekonominin bütününde bu gelişmeler yaşanırken; sanayi 4.0 ve sayısallaşma (dijitalleşme), teknolojik işsizlik ile yeni teknolojilerin gereksindiği insan kaynağı açığı gibi eğilimler aynı anda gözlenmekte. Üretim yönetiminin 19.yüzyılın sonlarından başlayan gelişimine bakıldığında Fordist üretim biçimleri ve Taylor’un bilimsel yönetim yaklaşımlarından toplam kalite yönetimine,  değişim mühendisliğinden yenilikçiliğe ve yalın üretim sistemlerine uzanan bir gelişme çizgisi gözlenmekte. Genellikle mikro (firma vb.) düzeydeki bu yaklaşımların ortak özelliği; kaynak kullanımını azaltarak "verimlilik" artışı sağlamaktır.

 

Kaynak kısıtları, çevre kirliliği ve iklim değişikliği sorunlarına bütünsel bir çözüm olarak ortaya çıkan seçeneklerden birisi de Döngüsel Ekonomi. Bu bağlamda, Avrupa Komisyonunca Ufuk 2020 programı kapsamında 22 eylül 2020’de yayınlanan bir çağrı ile yeşil ve sayısal dönüşümü desteklemek için ar-ge ve yenilik projelerine 1 milyar avro’luk yatırım planlanmaktadır. Hem “Döngüsel Ekonomi” hem “Yalın Düşünce” israfın en aza indirilmesini amaçlarlar. “Döngüsel Ekonomi” insan ve doğa sisteminin yaşam döngüsü boyunca kaynak kullanımının eniyilenmesine çalışır. Sıfır atık, geri dönüşüm, yeniden üretim, eko -tasarım uygulamada kullanılan araçlar arasında sayılabilir. Yalın sistemlerde daha çok, bireysel (mikro) düzeyde kaynakların üretim süreçlerindeki kullanımının eniyilenerek “verimliliğin” arttırılması ana hedeftir. Her iki yaklaşımın birbirini tamamlayıcı yönleri bulunmakta. Sanayi 4.0 ve sayısal teknolojiler sözü edilen amaçlara ulaşmada hızlandırıcı bir etki yapacak gibi gözükmektedir.

Tutumlu yenilik

Yeni gelişmekte olan ekonomilerde görülen; yerel, küçük ölçekli ve daha az kaynak tüketen ucuz “üretim”i ve kaynak paylaşımını odağına alan “tutumlu yenilik” ve “tutumlu ekonomi” , küresel üretime karşı bir diğer seçenektir. Yerel-küçük üretimin kentsel boyuttaki örnekleri yavaş-kentler uygulamalarında kendini göstermekte. Doğaya daha yakın, daha verimli,çevre dostu ve sakin yaşamı amaçlayan yavaş kentler bilgi temelli teknolojiler ve yeniliklerle desteklenebildiği ölçüde akıllı-yavaş kentlere dönüştürülebilir.

Buradaki kritik nokta, küresel tedarik zincirleri ile hızlandırılan üretim ve tüketim yerine, yerel-kentsel kültür ve sanat üretimine ağırlık verilmesidir. Paris, Milano, Ottowa, Melburn gibi kentlerde başlatılan ve sakinlerinin onbeş dakikada tüm gereksinimlerini karşılayabileceği yerlere erişebilmesini hedefleyen “15 dakikalık kent” uygulamaları sakin kent bölgeleri oluşturmayı amaçlayan bir diğer örnektir.

Paydaş Kapitalizmi, Döngüsel Ekonomi, Tutumlu Ekonomi modelleri "sınırsız büyüme" ve “eşitsizlik” sorunları karşısında kesin çözümler önermiş değiller. Her ne kadar kısmen insan ögesine ağırlık verseler de, insan -teknoloji (sayısal teknolojiler, yapay zeka vb.) karşıtlığı, işsizlik, sınırsız üretim ve tüketimin yavaşlatılması, verimlilik artışlarının ülkeler arası ve ülke içi dağılımı konularında net bir şey söylememekteler. Mikro düzeydeki verimlilik arttırıcı modeller ise daha çok işletmelerin pazar karlarını ve rekabet gücünü mümkün olduğunca yükseltmeye odaklanmış durumda.

Yeni kapitalizmle acaba üretkenlik artışı ile birlikte yüksek büyümenin sürdürülebilmesi mi istenmektedir ? Büyük işletmelerin ve gelişmiş ülkelerin iklim krizini gerçekten önleyici ve eşitsizlikleri azaltıcı yapılanmalara gidilmesi konusunda sorumluluk alıp almayacakları açık değildir. Daha az kaynakla daha çok üretim hedeflenirken, büyümenin sınırlandırılıp sınırlandırılmaması konusunun açıklığa kavuşturulduğu söylenemez.

Covid salgınında bir türlü bir araya gelemeyen dünyanın bu konularda ortak bir noktaya ulaşması oldukça zor gözükmekte. Makro ve mikro düzeydeki modellerin bütünleştirildiği, kaynak verimlilik artışlarının ülkeler arasında ve ülke içinde eşitsizlikleri azaltacak bir biçimde yansıtıldığı, yaşam kalitesini iyileştirecek ölçüde büyümenin sağlandığı bir “Kapitalizm” ne kadar mümkündür ? Ya da bu noktadan sonra onun adı “Kapitalizm" olur mu ? Sosyal-piyasa ekonomisi modelinde görüldüğü gibi bu yaklaşımlar kar odaklı pazar ekonomisi içinde eriyip gidecekler midir ?

Kapitalist sistemdeki bu arayışların henüz sanayileşememiş ülkemizdeki yansımalarının nasıl olacağı ise; büyük ölçüde merkezi ve yerel yönetimlerin kalkınma, büyüme, eşitsizlik, sürdürülebilirlik ile ilgili öncelikleri belirlemedeki seçimlerine bağlı  gözükmekte.

Kaynakça:

(1)    “We must move on from neoliberalism in the post-covid era, Klaus Schwab, 2020, WEF

*”Herkese Bilim Teknoloji” dergisi 11 Aralık 2020 tarihli sayısında yayınlanmıştır.

18 Haziran 2020 Perşembe

Eşitsizlik ve İnovasyon


Bilgehan Gürlek
bilgehangurlek@gmail.com



Ülkemiz Ar-Ge ve  yenilik (inovasyon) performansının, verilen onca finansal desteğe karşın istenilen noktada olduğu söylenemez. Yaklaşık 125’e yakın ülkenin değerlendirildiği Küresel İnovasyon Endeksi (GII) sıralamasında Türkiye’nin son üç yıldaki yeri 43.-49.  arasında değişmekte. İkinci olarak, Avrupa Birliği (AB)’nin önemli Ar-Ge ve yenilik işbirliği programlarından Ufuk 2020 (H2020) çerçeve programında Türkiye’nin konumuna bakalım : Projelerde yer alan firma/kuruluş sayısı, AB’den alınan destek miktarı ve katılımcı ülkelerin Ar-Ge harcamalarının GSYİH’ larına oranları bakımından Türkiye ve örnek olarak seçilmiş Yunanistan, İspanya ve Macaristan verilerini karşılaştıralım :

                                               Türkiye          Yunanistan    İspanya          Macaristan
Katılımcı firma sayısı             1210                   3801             11,783               1670
AB desteği (Meuro)               196.3                  1022             3313                  291
Ulusal Ar-ge/GSYİH               % 1                   %1.1              %1.2                %1.4
*Kaynak: Horizon Dashboard, H2020 country profiles, 18 şubat 2020

Adı geçen dört ülkede de ulusal gelirden Ar-Ge’ye ayrılan paylar (yaklaşık % 1) birbirine çok yakın olmakla birlikte, projelere katılan firma/kuruluş sayısı ve AB’den alınan mali destek miktarı açısından Türkiye diğerlerinin altında kalmaktadır.

Örneğin, Yunanistan 3801 katılımcı (Türkiye’nin üç katı civarında) ile projelerde yer alırken, 1022 Meuro destek (Türkiye’nin 5 katı) almaktadır. Üstelik, iki ülkenin nüfusları karşılaştırıldıpında aradaki fark daha da çarpıcı hale gelmektedir.

Kuşkusuz, Türkiye’nin dışındaki üç ülke doğrudan AB üyesi olmanın avantajlarını kullanmaktadırlar. Yine de ülkemizin programa katılımındaki düşüklüğün tek nedeni bu olmasa gerek.
 
Yurt içine dönersek, kamu kaynaklarınca sunulan finansal destek miktarlarının giderek arttırılmasına karşın, firma ve kuruluşlarca geliştirilen proje hacminin genel olarak istenilen hızda büyümediği - bu konudaki başarımı tümüyle değerlendirebilmek için ülkede  çeşitli düzeylerde etki çözümlemesi ve çok kapsamlı araştırmaların yapılması gerekir- söylenebilir.

 “Yenilik” ne kadar mümkün ?

Üretim “yenilik”lerin motorudur. Örneğin, dört ülkede (Almanya, Çin, Japonya, Güney Kore) toplam Ar-Ge miktarının % 80’i imalat firmalarınca gerçekleştirilmektedir(1). Son 5 yılda Türkiye’nin GSYİH’sı 855 milyar $’dan 749 milyar $’a gerilerken; imalat sanayinin 2000’lerin başında % 22 olan GSYİH içerisindeki payı % 15-16’lara inmiş durumda. Bir yandan üretim kesiminin ekonomi içindeki ağırlığı azalırken, diğer yandan gelir dağılımındaki eşitsizlik  artmaktadır: En zengin % 20’lik kesimin ulusal gelirden aldığı pay % 47.5 iken en yoksul % 20’nin payı % 6.5 civarındadır. En üst % 1’lik gelir kesiminin payı ise %30’lara yaklaşmaktadır. Avrupa ülkelerinde gelir dağılımı eşitsizliğinde ülkemiz sondan ikinci sırada yer almaktadır (2).
Üretim kapasitesindeki  bu geriye gidişler ve gelir dağılımı dengesindeki bozuluşlar toplam istem (talep)’i azaltır, zincirleme olarak teknoloji yatırımları, yayılımı durağanlaşırken “yenilik” ne kadar mümkündür ?

Gelirleri azalan çalışanların yaratıcı kapasitelerini artırmaları ve yenilikçi olmalarını beklemek fazla bir iyimserlik olur. Sayısallaşma (dijitalleşme)  ve otomasyon sonucunda işsizlik ve nitelikli insan kaynağı açığının birarada yaşanması ciddi bir olasılık olarak önümüzde durmaktadır.
Gelir dağılımında eşitsizliklerin artması  bütünsel olarak bakıldığında eğitim kalitesinin giderek düşüşüne ve nitelikli iş gücü eksikliği nedeniyle verimliliğin ve yenilik yapma kapasitesinin azalmasına yol açabilecektir.

“Yenilik”te başarılı kuzey Avrupa ülkelerinin kapitalist sistemde görece olarak daha eşitlikçi ülkeler olduğu dikkate alındığında; “gelir dağılımını dengeleyici yönde çalışanların ücretlerinin artırılması,  dolayısıyla, talebin ve üretimin canlandırılması sağlanarak yenilik yetkinliğinin geliştirilmesi” karar vericiler ve politika belirliyiciler için  önemli bir seçenektir. Burada kilit etken, eşitsizlikleri azaltacak gelir aktarımı mekanizmalarının ve üretim ağırlıklı halkçı politikaların uygulanmasıdır.

Bütünsel politikaların önceliği

Ar-Ge ve yenilik kapasitesini geliştirecek bir diğer öge; toplam kalite yönetimi, yalın yaklaşım, süreç ve örgütsel yenilikler vb. “kurumsal yetkinlikler”dir. Ekonomik darboğaz içerisinde ayakta kalmaya çalışan sanayimizin artan belirsizlik ortamında kurumsal yetkinliklerin geliştirilmesine, Ar-Ge ve inovasyona yeterince eğilmesi oldukça zor gözükmektedir.
Her ne kadar sirket, araştırma kurumu vb. temelinde başarılı bireysel yenilikçiler görülmekte ise de, Ar-Ge ve yenilik kavramlarının tüm paydaşların gündeminde ağırlık kazanabilmesi için, öncelikle, uzun erimli planlama ile makro ekonomik düzeyde eşitsizliklerin azaltılması ve üretim kapasitesinin geliştirilmesi gerekmektedir. Koşut olarak,  kurumsal yetkinliklerin yaygınlaştırılması daha kolay olacaktır. Böylece, firma ve kuruluşların anlık bireysel başarılarıyla sınırlı kalmak yerine, yenilik eko-sosyal sisteminin bütününde sürdürülebilir başarım sağlanabilir.

Laik bilimsel eğitimin önemi

Ar-Ge ve yenilikte ileri batılı ülkelere bakıldığında büyük çoğunluğunun, kökleri Rönasans’a dayanan laik-bilimsel eğitim ve kültürel yapılara sahip olduğu görülebilir.
Bize gelince, bütünsel düzeyde eşitsizlikleri azaltacak politikalara ek olarak; laik, demokratik ve bilimsel eğitimin ve kültürel yapıların geliştirilmesi ile yenilikçiliği içselleştiren bilincin oluşturulması, başarı için olmazsa olmazdır.

Elbette, bireysel başarıların ve “yenilik kahramanları”nın varlığından söz edilebilir ama bu sistemin bütününün yenilikçi olduğunu göstermez. Yenilik sistemimizdeki asıl sorun, niceliksel, teknik çabaların yeterli olmamasından çok, niteliksel ve kültürel alt yapının yeterince geliştirilememiş olması gibi gözükmekte.

Yaşanılan Korona süreci sonrasında, içinde bulunduğumuz ekonomik krizin daha da şiddetlenmesi olasılığı göz önüne  alındığında, uzun erimli planlamaya, Ar-Ge’ye ve yenilikçiliğe her zamankinden daha fazla gereksinim duyulacağı söylenebilir. Kritik konu; Ar-Ge ve yenilik stratejilerinin hangi yönde- eşitsizlikleri azaltan, daha adil bir toplumsal düzen ya da gelir dağılımını ve sosyal adaleti daha da bozan-uygulamaya konulacağıdır.

Planlamayı rafa kaldıran, üretimden giderek uzaklaşan, eşitsizliklerin arttığı bir ekonomi yenilikçi olabilir mi?  


Kaynakça:
(1)    Readiness for the Future of Production Report 2018, WEF
(2)    Sozcu.com.tr/2020/ekonomi/yoksul-daha-da yoksullasacak

* 12 haziran 2020 tarihli Herkese Bilim Teknoloji Dergisinde yayınlanmıştır.